Barışa neden mecburuz

Edebiyatımızın ulu çınarı, Çukurova’nın İnce Memed’i, unutulmaz destanların yazarı büyük usta Yaşar Kemal 1997 yılında 32. Gün programında Mehmet Ali Brand’a şunları söyler “Ben diyorum ki Türkiye böyle berbat bir savaşa, devam ettikçe her savaşta olduğu gibi önce yöneticileri çürütür, sonra halkları çürütür. Ben halkımın çürümesine razı değilim. Bu halk Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Mustafa Kemal’in, Nazım Hikmet’in halkıdır. Bu halk Ahmedê Xanê’nin, Melayê Cizîrî’nin halkıdır. Büyük destanlar ülkesinin halkıdır. Hiçbir sebep görmüyorum ben bu savaşta. Beraber kurtuluş savaşını vermiş bu insanlar. ‘’
28 yıl önce yapılan bu söyleşiye kim ne ekleyebilir ki!
Sadece Yaşar Kemal’in değil, Kürtlerin, Türklerin, Arapların dilleri, renkleri ne olursa olsun ülkemizdeki bütün vatandaşların en büyük özlemiydi silahların bırakılması. İlk çatışmaların başladığı 15 Ağustos 1984’te ben Diyarbakır’da yayınlanan Mücadele gazetesinin yazı işleri müdürüydüm. Bölgede yaşanan acılara sadece tanıklık etmedim. Bizzat kendim yaşadım.15 bine yakın kamu/güvenlik personeli, 50 bini militan olmak üzere 65 bin vatandaşımızı yitirdik. Sayıları binlerde ifade edilen faali meçhul cinayetler, suikastlar, sabotajlar meydana geldi.
Bu güzel ülkenin, insan kaynakları, ekonomisi, sermayesi, birikimi, enerjisi terörle mücadele adı verilen ve hiçbir karşılığı da olmayan bu çatışma ikliminde tüketildi.
Sahip olduğumuz, ekonomik, sosyal, bilimsel, tarihsel potansiyel bu çatışmaların gölgesinde heba edildi.
Büyük göçler, tarifsiz evlat acıları yaşandı. Yoksullaştık, geri kaldık. Dünya ile rekabet gücümüz zayıfladı. Bilime, üretime, eğitime, çocuklarımızın geleceğine harcamamız gereken parayla kendi dağlarımızı bombaladık.
Cezaevleri doldu, taştı. Hukuk sistemimiz, demokrasimiz, parlamenter yapımız çatışmaların şiddetiyle işlevini yerine getiremedi. Failli Meçhul denilen cinayetler girdabında vatanımızın geleceği yağmalandı. Binlerce köy yakıldı, boşaltıldı.
Bu karmaşada, kargaşada belirsizlikte bankalar hortumlandı.
Her iki mevzide de bu ülkenin yoksul çocukları vardı.
Önce en zayıf, en korunaksız en çaresiz olanlar etkilendi. Göç dalgası ile doğudan gelenler kentlerde sefaleti, yalnızlığı, çaresizliği, yoksulluğu yaşadı.
Oysa yakın geçmişte dedeleri omuz omuza savaşmış, Çanakkale ruhunu ve onun emsalsiz destanını yazmışlardı. Aynı dedelerin torunlarını çatıştıranlar ile bu kirli savaşın siyasi ve ekonomik rantından halen beslenme uğraşı veriyorlar. Çatışmaların devamı için direniyorlar.
Dünyanın en büyük, en güçlü ordularıyla savaşsaydık belki bu kadar acı çekmezdik. Bu kadar yıkım yaşamazdık. Düşmanımızı bilirdik. Onunda ötesinden başarıyla gelirdik.
Oysa kardeş kavgası öyle bir şey değil.
Kardeş kavgasının ne zaferi nede kazananı olur.
Kazananı asla olamayan, sadece onun siyasi ve ekonomik rantından, kardeş kanından beslenenlerin devamında ısrar ettiği çok kanlı bir süreçti bu.
Edi bese diyoruz.
Şimdi bir siyasi irade oluştu. Siyaset üstü bir durum gelişti.
Barış ve kardeşlik arayışının son evresine gelindi.
Sembolikte olsa bir grup silahlarını yaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi artık devreye girdi.
Bu süreçte her bireye ayrı ayrı sorumluluk düşüyor. İşimiz kolay değil. Çünkü bu kardeş kavgasını çıkaranlar, finanse edenler, silah sağlayanlar bitmesini asla istemezler.
Osmanlı’nın yıkılmasından sonra, silah üreticisi firmaların ‘BEREKETLİ PAZARI’ olan coğrafyamızda milliyetçilik, etnik farklılıklar, dinsel-mezhepsel gerekçeler üzerinde üretilen, beslenen, geliştirilen savaşlarda 60 milyon insan öldü ve bunun yüzde doksanı Müslüman ülkelere ait.
Bizim bu emperyalizm kuşatmasını biran önce yıkmamız, yerle bir etmemiz lazım.
Türkiye için; terörle anılan, istikrarsız, geleceği belirsiz bir ülke Türkiye için bunu da diplomasisin her aşamasında kullanmayı becerdiler. Ama bir şeyi asla becermediler.
Onca acılara, kışkırtmalara, provokasyonlara, operasyonlara rağmen, 60 bin insanımızın büyük acısına rağmen bu muhteşem ülkede Türklerle Kürtler arasında ayrım yapmayı başaramadılar.
Daha çok birbirimize kenetlendik. Milyonlarla ifade edilen evlilikler yaptık. Aynı düğünlerde halay çektik. Şehit cenazelerinde gözyaşı döktük. Aynı fabrikada ürettik, aynı sınırda nöbet tuttuk. Torunlarımızla, çocuklarımızla, okullarımızla Bir arada önyargısız güven içinde yaşadık ve yaşıyoruz.
Özetle; Kürtlerle Türkleri düşman etme, ayırma, ayrıştırma projesi tutmadı. Bu siyaset iflas etti.
Başka neler iflas etti?
Kürt düşmanlığı üzerinden siyaset geliştirip, hazineyi soyanlar iflas etti.
Terörle mücadele adı altında tüm Kürtleri potansiyel PKK’lı gibi algılatıp, kamu yönetiminden, uzak tutmaya çalışan ilkel ideoloji iflas etti.
Siyaset ağaları, silah tüccarları, bölgenin geri kalmışlığını istismar edenler, uyuşturucu baronları iflas etti.
Özetle; Irkçılık üzerinden siyaset inşa eden, çatışma ikliminden nasiplenen ne varsa bütün kesimler, isimler, partiler, örgütler iflas etti.
1989 yılında Diyarbakır’da doğan oğluma Barış adını verdiğim için PKK beni tehdit etmişti.
O yıllarda ortağı ve Genel Yayın Yönetmeni olduğum Diyarbakır Söz Gazetesinde onların tehditlerine(Özgür Gündem gazetesine) şu yanıtı vermiştim. ‘’Bugünkü gücünüze güvenmeyin. Bu halk sizi BARIŞ’a mecbur bırakacaktır’’
Tam 40 yılıdır kalemimle, PKK’ya karşı durdum. ( 2023’te yayınlanan GÜVERCİNLER VURULURKEN kitabımda bu dönemi ayrıntılarıyla yazdım.)
Son sözüm: bu ülkede yaşayan herkes barışa mecburdur.
Emperyalizmin tüm acımasızlığıyla Ortadoğu’ya odaklandığı, orantısız güç kullandığı bir dönemde gelin bu oyunu hep beraber bozalım. bu acıları tarihin tozlu sayfalarına gömelim